İmamı Azam Kur'an Dili Önemi
Ebu Hanife’nin fikirleri ve Hanefi İslam anlayışının dayanakları
- İmamı Azam, herkesin kendi dilinde ibadet edebileceğini, Kur’an tercümesi ile namaz kılınabileceğini savunur.
Ebu Hanife’nin Kur’an tercümesiyle namaz kılınabilir fetvasının öncüsü Hz.Aişe’dir.
Bazı insanlar hatim sayısını artırmak için çabuk çabuk Kur’an okumaya gayret ediyorlardı. Hz.Aişe bunu görünce uyardı:
“Böyle okuyuştan yarar beklenemez. Böylelerinin Kur’an okumaları ile okumamaları aynıdır. Kur’an anlamı üzerinde düşünerek okunmalıdır.”
Hz.Aişe, Kur’an okumanın bir telaffuz değil, anlam ve duygu olduğunu söylemiş, bildiği dilden bile olsa, düşünmeden, çabuk çabuk Kur’an okumaya karşı çıkmıştır. Bir de hiç bilmediği dilden anlamadan okumayanların hatimleri Kur’an okumak sayılır mı sorusunun yanıtı Allah’a kalmıştır.
Kur’an’ı kendi dillerinde okumalarını Mevali’ye yasaklayan Kur’an ve dolayısıyla Allah değil, önce Emevi yöneticileri daha sonra da Arapçılık yapanlardır.
Kur’an’da “Kur’an Arapçasından okunmalıdır” diye bir şey yoktur.
Aksine, insanları farklı dil ve kültürlerde yaratanın Allah olduğunu, hem de Kur’an’ın tüm insanlığa indirildiğini söyleyen Kur’an’dır.
Yine Kur’an, Kur’an’ın yavaş yavaş ve düşünerek okunması gerektiğini bildirir.
Ayrı dilleri yaratan ve bu emri veren Allah elbette böylece, herkesin anlayabilmek için Kur’an tercümesini kendi dilinde okumasına onay vermiş olmaktadır.
Hangi dili konuşursa konuşsun, Allah kulun aklından geçeni de, dua eden-namaz kılanların yüreklerindeki Allah sevgisinin ve muhabbetinin derinliğini de, gösteriş için ibadet edenlerin riyasını da bilir.
Sahabeden biri Hz.Muhammet’e gelerek şöyle demiş:
“Ben Kur’an’dan bana namaz kılacak kadar yeterli olacak bir şey ezberleyemiyorum. Namaz kılmam için bana başka bir çare öner.” Hz.Muhammet’in cevabı şöyle olmuş:
“Şöyle dua et:’Allah’ı tespih ederim. Övgü O’nadır. O’ndan başka İlah yoktur. O en yücedir. Her türlü güç ve yetki sadece O’nundur.”
Kutsal olan Arapça değil, Kur’an’dır.
Büyük İmam’a göre, herhangi bir mazerete bağlı olmaksızın, Fatiha tercümesi okunarak namaz kılınabilir.
Atatürk, Büyük İmam’ın ve onu izleyenlerin bu görüşünü esas almış,
”Kur’an manadan ibarettir ve onun için de tercüme edilebilir ve tercümesiyle namaz kılınabilir.” görüşünü benimsemiştir. Buna karşı çıkanlara Ebu Hanife’nin cümlesini tekrarlayarak cevap vermiştir:
“Öyle şey olur mu efendim, ne demek Kur’an tercüme edilemez! ‘Kur’an tercüme edilemez’ demek, ‘Kur’an’ın manası yoktur.’ demektir.”
Hz.Aişe, vaaz ve nasihat diye sürekli olarak beyin yıkamaya ve Allah ile korkutmaya da karşı çıkmıştır.
Bunun tövbe kapılarını kapattığını, günah işleyenin Allah’ın rahmetinden ümit kesmesine neden olduğunu, bunu yapanların engellenmesi gerektiğini söylemiştir.
O, vaazlarda korku ve dehşet yaratılmasına değil, müjde ve hafiflik yollarının açılması gerektiğine inanıyordu.
Bu türden vaazları ile ünlü Ubeyd bin Umeyr onu ziyaret ettiğinde, onun bir vaaz halkası olduğunu, halkın o halkada toplandığını kendisinden de sorup öğrendikten sonra,
“Seni insanları helak ve ümitsizliğe sevk etmekten menediyorum” demiştir.
Ama Arapçılığın esiri olmuş bazı âlimler, Arapça öğretme işinden para kazananlar, kendi anlattıkları ile halkı güdebilmek için insanların dinlerinin aslını öğrenmesini istemeyenler Kur’an’ın Arapça okunması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Bu hala devam etmekte, milyonluk pazarda kitleler cahil veya çıkarcıların elinde yalan yanlış yönlendirilmekte, sömürülmektedirler
Ancak bilinmelidir ki, aldatan şeytan bile olsa, aldatılmak Allah katında geçerli mazeret değildir. Her bir kul kendi aklını kullanmak, aklıyla karar vermek, yaptıklarının sonuçlarına katlanmak zorundadır.
Bazılarının çok titiz dindarlık iddiasıyla dine ilave yapmaları, özü bırakıp detaylarda ve şekillerde insanları boğmaları, hem Allah adına din koyuculuk gibi bir sapıklık, hem de dini zorlaştırarak insanları dinden uzaklaştırma, İslam’ı öğrenmek isteyenlerde bezginlik ve kaçma sonucu doğuran, insanları dinden soğutan sapmalardır.
Şekil, örtü vs. gibi inat ve takıntılar diğer dinden insanlarda İslam’ı öğrenme değil, dışlama refleksini artırmaktadır.
Emevileri ve Abbasileri örnek alan ülkelerde zengin yönetici sınıf ve onların yandaşları döke saça sefa sürmekte, çoğunluk ise sürünmektedir. Kendi İslam’a uymayan çirkinliklerini gizlemek isteyen yöneticiler halkın giyim-kuşamına, ibadetine karışarak çok dindar gibi görünmekte, bu uygulamaları ile de İslam’a tamamen ters düşmektedirler.
Yozluk arttıkça giyim kuşamla, sözle dindar gözükme daha önem kazanmaktadır. Anadolu’nun tepelikli, saç süslü kadın başlıkları, yemenisi, yazması yerine tek teli bile saklayan türban bunun en iyi örneğidir. Çöldeki Arap için mümkün olan kara çarşaf gibi bir giysi ile tarlada çalışmak mümkün değildir. Köylü kadınların örtünüp evde oturma lüksü de yoktur.
Anadolu halkı yüzyıllardır eksik ve yanlış yapmış şimdi mi İslam’ı öğrenmiştir, yoksa birileri, maddi ve mevki, siyasi çıkarları için örtüyü dini istismar mı etmekteler?
Çalışıp üreten mi Allah katında daha makbüldür, örtünüp dedikodu yapan mı?
Herkes kendi yaptıklarından ve vicdanından sorumludur.
Kız çocuklarını ikinci sınıf insan, Allah’ın yarattığı bedeninden utanarak, toplumda akılları ve kişilikleriyle birer birey olarak değil, ancak örtüler altında görünmez olarak var olabilecek aşağılık duygusu içinde yetiştirmek haksızlıktır. Allah ikinci sınıf insan yaratmamıştır. Erkek veya kadın, şu ya da bu ırktan veya dinden, her birinde iyiler ve kötüler, cennetlik ve cehennemlik olanlar vardır.
"Ben sizden kadın-erkek hiçbir çalışanın ürettiğini boşa çıkarmayacağım." (Ali İmran, 195)